Dünya nüfusunun hızlı artışı, insanoğlunun doğal kaynakları hiç tükenmeyeceği bilinci ile kullanışı sonucunda, açlık sorunu günden güne kapıları zorlamaya başlamıştır. 🙁
- Bilim insanlarının ön gördüğü rakamlar gerçekleştiği takdirde, 2025 yılında dünya nüfusunun 8 milyarı aşması beklenmektedir. Bu nedenledir ki, beslenmenin bir sorun olarak karşımıza çıkması çok uzak değildir. Sorunu bir nebze olsun çözümlemek adına, ekim yapılacak arazilerin çoğaltılması pek mümkün görünmemekte ve bununla birlikte tarım için kullanılacak su kaynakları ise bilinçsizce tüketilmektedir.
Genetiği Değiştirilmiş Organizma (GDO), bu tablonun neresinde durmaktadır? Hayatımıza nasıl girmiştir? Bir kurtarıcı mı, yoksa bir kâbus mudur?
Aslında bu soruların net bir cevabını verebilmek oldukça zordur. Bilim insanları, bu konuda tamamen iki ayrı fikri savunmaktadır. Kimisi; açlık sorununu çözümlemek adına teknolojiyi kullanmalı, gelişen çağa ayak uydurmalıyız derken, kimisi de; bunun insan sağlığı adına zararlı olduğunu savunmaktadır.
GDO, ileri biyoteknolojik tetkikler ile yapısı geliştirilen veya iyileştirilen ürünler için kullanılmaktadır. Ayrıntılı olarak ifade etmek gerekirse; canlı organizmaları ya da canlı organizmaların ürünlerini kullanmak suretiyle yeni ürün elde edilmesidir. AB’ye göre; GDO, genetik bir materyalin doğal ortamlarda çiftleşme ile oluşamayacak şekilde değiştirilerek oluşan, insan haricindeki herhangi bir organizmadır.
GDO’nun, tarımda; yeşil biyoteknoloji, endüstride; beyaz biyoteknoloji, sağlık sektöründe; kırmızı teknoloji, deniz ürünlerindeki kullanımına ise; mavi biyoteknoloji gibi isimler verilmektedir. Sağlık sektöründeki en büyük örneği, diyabet hastalarının kullandığı insülindir. Aynı zamanda; aşı ve antibiyotiklerin önemli bir kısmı, test kitleri ve kanser ilaçları, modern biyoteknolojik yöntemler kullanılarak, yani GDO’lu organizmalardan üretilmektedir.
Bitki biyoteknolojisindeki gelişmeler 1980’li yıllarda ivme göstermiştir. İlk olarak, trans genetik ürün bitkisi olarak raf ömrü uzatılmış domates, FlavrSavr ismi ile 1996 yılında pazara çıkmıştır. Bu gelişmeyi; soya, mısır, pamuk, kolza ve patates bitkileri takip etmiştir. 2009 yılında, trans genetik ürünlerin ekim alanı 134 milyon hektara ulaşmıştır.
- 2012 itibariyle, ABD Gıda ve İlaç İdaresi ticarileşmek adına; mısır, kanola, patates, kabak, domates, soya da dâhil olmak üzere 144 ürüne onay vermiştir.
Bitki biyoteknolojisi ile üreme teknolojisinin yanı sıra, haşere ile mücadele ile; bitkilerde görülebilecek çeşitli hastalıkların önüne geçilerek, kalitesi yükseltilmiş ve verimi arttırılmış ürün alımı hedeflenmektedir. 1980’li yıllarda başlayan bu çalışmalar, güvenliği sıkılaştırılmış saha denemeleri ile devam etmiştir.
GDO‘nun piyasaya sunulmasının ardından, ürün güvenilirliği tartışma konusu haline gelmiştir. Zira, ürünlerin yaygın olarak salınımının neden olacağı etkiler hakkında bilgi yetersizliği ve bu sorunun çok yönlü olması akıllarda soru işaretlerine sebep olmuştur. Etkilerin farklılaştırıldığı, çıkar çatışmalarının fazla olduğu düşünülmektedir. Tüm bunlar düşünüldüğünde, GDO‘lu gıdaların diyet programına alınabilmesi için, bilimsel olarak diyet riski değerlendirmesi gerekmektedir. Son yıllarda hükümetler, konu ile ilgili çeşitli protokoller geliştirmekte ve yasal düzenlemeler yapmaktadır. Risk analizindeki en önemli sorun ise, etkilerinin tamamıyla öngörülememesidir. Çünkü, insan sağlığı açısından değerlendirilen riskler; hesaplanamayan alerjileri ve toksisiteyi içerebilmektedir.
2014 yılında Gana Halk Sağlığı Derneğinin, GDO ve sağlık üzerindeki etkilerini konu alan konferansı sonrasında ortaya çıkan ve kamu ile paylaşılan, avantaj ve dezavantajlar rehber niteliği taşımaktadır.
Avantajlar:
- Haşerelere, hastalıklara, soğuğa ve kuraklığa dayanıklı ürünler yetiştirebilmek ve ürün verimini arttırmak,
- Sağlıklı ürün yetiştirebilmek adına, daha az kimyasal ve böcek ilacı kullanabilmek,
- İstenilen özelliklerin bitkilere uygulanması ile insan sağlığını geliştirebilmek adına, bitkilerin besin içeriğinin arttırılabilmesi,
- Geleneksel aşılara göre nakledilip depolanabilmesi ve uygulanabilmesi kolay olduğundan, aşı üretimi için önemli bir potansiyel olması,
- Kök hücre uygulamasında, vücuttaki hasarlı ya da hastalıklı dokuların yerine kullanılabilmesidir.
Dezavantajlar:
- Birkaç ürün ve özelliğe dayalı, yüksek ticari değere sahip olması ile uluslararası pazarda kâr amacının öncelik olması,
- Kamu kaynaklarının sınırlı ve rekabet kapasitesine sahip olmaması,
- Meydana gelebilecek organizmada hesaplanamayan ya da istenmeyen mutasyonlar için potansiyel varlığı,
- Alerjik reaksiyonlarda görülebilecek baskılanma olasılığı, sindirim sisteminde görülebilecek etkiler ve aynı zamanda bağırsak bakterilerine verilebilecek zarar,
- GDO’lu ürünlerde etiket olmaması, pazarlama sonrası takibi etkilemesi,
- Yapılan çalışmaların tam bağımsız olmaması ile ticari yönlendirme olması,
- Henüz tam kanıtlanmamış olsa da; tiroid, karaciğer, safra kanalı kanseri, şeker hastalığı (diyabet), Parkinson hastalığı, otizm, senil demans, romatoid artrit, inflamatuar bağırsak hastalığı gibi hastalıklar ile GDO artışı arasında bir miktar ilişki bulunmasıdır.
Tüm bunlara bakarak, dezavantajlar avantaja çevrilebilir mi? GDO hayatımızın tümüne girer mi? sorularının cevapları bilinmemekle birlikte, en kısa sürede bu konunun aydınlığa kavuşmasını umuyoruz. Zira, bir birey olarak; “sağlıklı beslenmek ve ne yediğini bilmek, yediklerinin sonunda vücudun bundan nasıl etkilenebileceğini bilmek en doğal hakkımızdır” diyerek, sağlıklı günler diliyorum.
Costa, M. (2011). Risk assessment of genetically modified organisms. Ciênc. saúde coletiva.
Çetiner, S. (2010). Genetiği Değiştirilmiş Organizma Nedir? Uluslararası Ekonomik Sorunlar Dergisi, 1-12.
MB, D. G. (2014). Recommendations from a Meeting on Health Implications of Genetically Modified Organism (GMO). Ghana Public Health Association, 1-8.